DENİZ YOSUNUNUN DANSI
Bir resim çizdim. Karlar altında kalmış bir resim. Bembeyaz…
O kadar beyaz ki kar dışında başka hiçbir şey gözükmüyor. Bakan için boş bir
kağıt gören için eşsiz bir manzara. Çaresizlik mevsiminden saf bir tablo…
Ama kimse boş bir kağıtta kar görmez öyle değil mi? Çok
haklısınız. Hep yaptığımız gerçeği dışında. Bize verilen herhangi bir konuda en
ufak beyazlıkla kendi resmimizi çizmeye başlarız sonra zamanın nankörlüğüyle
günler geçer ve görürüz ki sadece ve sadece bomboş bir kağıt o. İster resmimiz
gerçekleşmiş olsun ister olmasın.
Bir olay yaşadınız bu olay hakkındaki düşünceleriniz
oluşmaya başladığında ressam olmak işten bile değil. Bırak resmi sergi bile
açarım. Aslında açardım. Ama yeterince çok düşünen biri olmanın sonu kağıtları
olduğu gibi bırakmayı öğrenmekle bitiyor. Yorum yapmamak, üstüne düşünmemek,
kafada kurmamak çok zor ve sağlıklı bitirimlerdir. Peki Olumlama? Hayır,
kendini bardağın dolu tarafına odaklayarak kandırmak düşünülenin aksine daha da
yıkıcı olabiliyor. İyiyi, güzeli telkin etmek yorum yapmanın bir parçası. Benim
vazgeçemediğim kısım aynı zamanda.
Bir sosyopatın zihni berraktır. Kar görmez ya da bulanmaz.
Siyah ve beyaz olarak her şeyi ayırt edebilir. Çıkarları, inançları
doğrultusunda düzenleyebilir. Biz bunu yapamayız, ben bunu yapamam, yapmak da
istemem. Bir hafta arayla yazdığım, hissettiğim, kendimde gördüğüm veya
görmediğim bazı rüzgarlar bile değişebilir. Değişen varlıklarız. Değişmek için
varız. Hep en doğru olduğunu söyleyene de hep en yanlış olduğunu söyleyene de
inanmayız öyle değil mi? Duygular varsa değişmeye mahkumdur insan.
Kendiyle iç sohbeti olan biri ruhunu tanımaya başlar ve dış
meselelerin ressamı olmaya vakti kalmaz. İrdeler, oto-portresini çizmeye
odaklanır. Burada neden böyle hissettim? Neden tepkisiz kaldım ya da neden
büyüttüm, neden alttan aldım? Self keşif en yüzeyelden en derine kadar bir
yolculuktur. Neleri neden sevmiyorum? Doğru soruları sorabilmek çok önemli bu
yolculukta. Nedensiz huzursuz olduğunuz anlar olur ya işte nedensiz olmadığını
ben kendimle tanışınca daha iyi anladım.
Tanışmak ama nasıl? En sevdiğim yemek, renk, sayı, cafe,
şarkı olmak zorunda mı? Yapılan en büyük hatalar sınırlamalar. Her zaman bu
sorulara net cevapları olan insanların nasıl yaptıklarını düşünürdüm. Ta ki gerekmediğini
kavrayana kadar. Bu kadar ilkel olamayız. Değiliz de. Bir konuda ne
istediğimizi kesin olarak bilme zorunluluğumuz yok.
Geçmiş, hayatın göz kırpmalarıyla doluyken durağan, sabit
olmaya çalışmak daha yorucu geliyor bana. Kendimizi belirli kalıpların içine
sokmaya çalışmak karakterler değil tipler olmaya başlamak dünyanın sonu gibi
geliyor. Mesela sosyal mecralarda ben de dahil herkesin sürekli ortama,
topluluğa ayak uydurması da bir nevi durağanlık. Her konunun duyar kasanları,
bir şekilde eleştirebilmek için kuyu kazanları ya da her şeyi “cringe”
bulanları oluyor. Bu gruplardan birine dahil oluyoruz ister istemez. Ve nedense
kendimizden uzaklaşıyoruz gibi hissediyorum bazen. Belki de normalde yapıp
kendimizi mutlu edeceğimiz şeyleri komik bulunabilir eleştirilir diye yapmayı
bırakıyoruz. Bu konuda benim şansım küçük bir kardeşim olması. Tüm bu
fikirlerden uzak çocukça mutlulukla dolmayı nasıl mutlu olunabildiğini ondan
öğrenmek beni daha huzurlu biri yaptı. Onunla vakit geçirmek, zekasının nasıl
işlediğini görebilmek özgüvenimin yapıtaşlarına aradığı temeli sağladı belki de.
Hepimizin özünde sahip olduğu çocukluk. Mesela koşmanın beni mutlu ettiğini
yeniden hatırladım. Çok güzel ve huzurlu hissettiğim bir yerdeyken küçükken
olduğum minik prenses gibi koşmak havayı içime çekmek çok iyi geliyor. Kıpır
kıpır olmak, hep gülümseyebilmek benim ruhum için stressiz ve ışıltılı bir hayatın
çözümü gibi.
Dikkat ederseniz görürsünüz ki şimdilerde bebek gibi, çocuk
gibi davranmaya çalışma tabusu var zihinlerimizde. Öyle davranan insanları
eleştiren bir tabu. Çünkü onların kaçırdığı birkaç şey var. Çocuklar
kimliklerini saklamaz, olmadığı biri gibi davranmaz, samimiyetsiz olmaz,
yaşının gerektirdiğinden daha küçükmüş gibi davranmaz.
Olgunlaşmanın yolunun buralardan geçtiğine inanıyorum.
Kulaklarımızı iç sesimize çevirirsek bilinçaltımızın şarkısına konuk edersek
yapbozumuzu tamamlayabiliriz. Bunu denerken ruhumun parçası olan insanları daha
iyi seçebildiğime inanıyorum. Ve evet yaşamın gerekleri kendim olmak, prensiplerimle
yaşamak, dışarıdan çetin ceviz gibi durmak zorunda olmanın yanında özgür
hissettiğim insanlarla beraber olmak, beni ben olduğum için çok seven birkaç
kişinin bile olması doğru hissettiriyor. Gökyüzüne bakıp dalıp gitmek, en küçük
güzelliklerden büyülenebilmek doğru hissettiriyor. Kalabalık ve boğucu ortamlar,
etiketleme yapan insanlar yanlış hissettiriyor.
Ve kar evet kar sonsuz mutluluk veriyor.
AYRİZ ÖYKÜ GÜR
Yorumlar
Yorum Gönder